Kategoriler
Uncategorized

Kara Para Aklama Suçunda Soruşturma Ne Zaman Başlar?

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 282. maddesinde suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama (kara para aklama) suçu düzenlenmiştir. Maddenin ilk fıkrasında suçun tanımına dokunulmaksızın, ceza miktarı 2009 yılında yapılan değişiklikle artırılmış ve yine maddeye aynı değişiklikle ikinci fıkra olarak suçun konusunu oluşturan malvarlığı değerini kabul suçu eklenmiştir.

“Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama” başlıklı TCK m.282/1’e göre, “Alt sınırı altı ay veya daha fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini, yurt dışına çıkaran veya bunların gayrimeşru kaynağını gizlemek veya meşru bir yolla elde edildiği konusunda kanaat uyandırmak maksadıyla, çeşitli işlemlere tabi tutan kişi, üç yıldan yedi yıla kadar hapis ve yirmibin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır”.

Hükümde ve gerekçesinde; suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerine meşruiyet görüntüsü verilerek iktisadi sisteme sokulmasının, bu yolla suç işlemenin menfaat elde etme açısından cazip bir yol olarak görülmesinin önüne geçilmesi amaçlanarak, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerinin yurtdışına çıkarılması veya bunların gayrimeşru kaynağını gizlemek ve meşru yolla elde edildiği hususunda kanaat oluşturmak amacıyla işlemlere tabi tutulması suç sayılmış, karşılığında hapis ve adli para cezaları öngörülmüştür.

Hükmün gerekçesinin ikinci paragrafında; suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçunun konusunu, bir başka suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerinin oluşturduğu, bu malvarlığı değerlerinin elde edildiği suçun türünün ve mahiyetinin önemli olmadığı, alt sınırı bir yıl veya daha fazla hapis cezasını gerektiren herhangi bir suçtan kaynaklanan, yani elde edilen malvarlığı değerlerinin aklama suçunun konusu olabileceği, bir başka ifadeyle önemli olanın, aklama suçunun konusunu oluşturan iktisadi değerlerin, başka bir suçun işlenmesinden veya bu suç nedeniyle elde edilmesinin yeterli olacağı, aklama suçunun serbest ve seçimlik hareketler yoluyla işlenebileceği, malvarlığı değerinin yurtdışına çıkarılmasında serbest hareketin, yurtiçinde ise bunun gayri meşru kaynağının gizlenmesinin ve meşru yolla elde edildiği hususunda kanaat uyandırmak amacıyla çeşitli işlem ve tasarruflara tabi tutulmasının yeterli olduğu, bu suçun işlenmesinde aklama, yani suç işleme kastının yeterli olacağı ifade edilmiştir.

Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçunda; madde metni ile gerekçesinden de anlaşılacağı şekilde bir öncül suç olması zorunluluğunda tartışma bulunmadığı, başka türlü, yani öncül suç olmaksızın kara para aklama suçunun işlenemeyeceği, yalnızca öncül suç bakımından hapis cezası alt sınırının belirtildiği, bu sınır esas alınmak suretiyle işlenen tüm suçlardan veya bu suçlar dolayısıyla elde edilen her türlü malvarlığının TCK m.282/1 kapsamına gireceği, ortada bir öncül suç olmaksızın kara para aklama suçundan da bahsedilemeyeceği, kanun koyucunun kara para aklamayı bağlı olduğu veya elde edildiği ana/öncül suçtan kopardığı, ayrı tanımladığı, öncül suç olmaksızın kara para aklama suçu işlenemeyeceğinden, burada aklama suçu yönünden ön şart kabul edildiği anlaşılan öncül suçun varlığının ne zaman kabul edilerek, kara para aklama suçundan dolayı soruşturma ve kovuşturma başlayacağının tespitinin önemli olduğu, nitekim kara para aklama suçunun soruşturmasında uzmanlaşmış, özel savcılık birimlerinin oluşturulduğu ve adliyelerde bulunan bazı Cumhuriyet savcıları yönünden görev paylaşımına gidilip, çıkar amaçlı suç örgütünden, bu örgütün faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlardan ve diğer suçlardan ayrılmak suretiyle kara para aklama suçlarının müstakilen soruşturulduğu, bu suç yönünden delillerin toplanıp değerlendirildiği, Mali Suçlar Araştırma Kurulu’ndan rapor alındığı, teknik konularda bilirkişi raporlarının hazırlandığı, kara para aklama suçunun bağlı olduğu suçtan ayrıca soruşturulup kovuşturmaya konu edildiği anlaşılmaktadır.

Uygulamada; suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçunun da öncül suç ve suçlarla birlikte soruşturmaya konu edilip değerlendirildiği, soruşturmanın eşzamanlı yürütüldüğü, bu konuda uzmanlaşma yönteminin izlenmediği, öncül suçun işlenip işlenmediğine bakılmaksızın bazen kara para aklama dosyasının tefrikle ayrılıp ayrı soruşturma numarasına kaydedildiği ve bazen de iddianamenin düzenlenip suçla ilgili olarak da bağlı olduğu öncül suçun görüleceği davaya yönelik iddianamenin düzenlendiği, böylece kanun koyucunun “kanunilik” prensibi ve İspat Hukuku ile suçsuzluk/masumiyet karinesi kapsamında uygun görmeyip öncül suça bağlamak suretiyle ayrıca düzenlediği kara para aklama suçundan dolayı CMK m.160/1 uyarınca basit şüphe ile başlatılan soruşturmanın, yalnızca işlenip işlenmediği belli olmayan ve açılan kamu davası sonucunda belli olacak öncül suçun, CMK m.170/2 uyarınca kara para aklama suçunun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturduğundan bahisle iddianamenin düzenlendiği, bununla birlikte suçsuzluk/masumiyet karinesini sonlandıran ve bir öncül suçun gerçekleştiğini ortaya koyan kimisine göre iddianame kabulü, kimisine göre ilk derece mahkemesinin kararı ve kimisine göre de öncül suçtan kesinleşmiş mahkeme kararı beklenmeksizin kara para aklama suçu yönünden soruşturma ve kovuşturmanın açıldığı, bu kabulün ise aynen TCK m.215’de tanımlanan suçu ve suçluyu övme suçu bakımından aranan kesinleşme şartı gibi kara para aklama suçunda da hukuki sorunlara yol açtığı, yine uygulamada Cumhuriyet savcıları arasından kara para aklama suçunda gidilen uzmanlaşmaya göre, suç veya terör örgütü ile örgütün faaliyeti suçlarından veya iktisadi suçlardan soruşturma yürüten Cumhuriyet savcılarının otomatik olarak kara para aklama suçu yönünden tefrik kararıyla aynı adliyede bulunan kara para aklama suçunu soruşturmakla görevli Cumhuriyet savcısına veya fezleke veya yetkisizlikle bir başka adliyede bulunan Cumhuriyet savcısına soruşturma dosyasını gönderdiği, ancak bu konuda sorunlar yaşandığı, kara para aklama dosyasına bakan savcının en azından öncül suçla ilgili düzenlenmiş ve kabul edilmiş bir iddianamenin veya ilk derece mahkemesinin veya mahkumiyetle sonuçlanmış kesinleşmiş öncül suçla ilgili kararı aradığı, ancak bundan sonra TCK m.282’de unsuları tanımlanan suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçunun unsurlarının ve delillerini soruşturmaya konu edilip araştırılabileceği sorunları ile karşılaşıldığı görülmektedir.

Kanaatimizce; suçtan kaynaklanan malvarlığı değerleri aklama suçundan bahsedilebilmesi için, en az TCK m.282/1’de öngörülen bir öncül suçun varlığı gerekir. Ancak bir öncül suçun varlığından sonra Cumhuriyet savcısının kara para aklama suçundan dolayı soruşturmaya başlayabilmesi, delil araştırabilmesi, suçun yasal unsurlarının oluşup oluşmadığını inceleyebilmesi, hesapları denetleyebilmesi ve şüpheli gördüğü kişileri suçlayabilmesi mümkündür. Sadece bir suç örgütünün varlığı, örgüt amaç suç olarak kara para aklamak için kurulmadıkça ve bu kapsamda soruşturma yürütülmedikçe, öncül suçtan elde edilmiş veya öncül suç dolayısıyla kazanılmış malvarlığı değerlerinden bahsedilebilmesi için, öncelikle bu öncül suçun varlığının tespiti gerekir. Hatta kara para aklamak için kurulduğu, yürütüldüğü ve faaliyette bulunduğu söylenen çıkar amaçlı suç örgütleri bakımından, sadece örgütün varlığı değil, akladığı iddia edilen öncül suçların tespitinde lüzum bulunmaktadır. Elbette TCK m.220/1’de, suça konu olabilecek faaliyetlerde bulunmasalar bile, ceza kanunlarının suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kurulması veya yönetilmesi suç sayılmıştır. Her ne kadar Ceza Hukukunun fikri alana müdahalesine karşı olsak da, kanun koyucu suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu yönünden geniş ceza sorumluluğunu kabul etmiştir. Bununla birlikte, bu örgütün kara para aklama faaliyetlerinde bulunduğuna dair iddiaların değerlendirilebilmesi için, elbette ortada öncül suçların varlığı veya bu suçlar dolayısıyla elde edilmiş malvarlığı değerlerinin bulunması gerekir, aksi halde öncül suçtan bahsedilemeyen yerde kara para aklama suçunun işlendiği iddiası da gündeme gelmez.

Öncül suçtan soruşturma açılması, otomatik olarak kara para aklama suçu nedeniyle soruşturma başlatılmasını, uzmanlaşma kapsamında dosyanın aynı adliyede tefrikle veya fezleke veya yetkisizlikle bir başka adliyede bulunan savcıya gönderilmesini haklı kılmaz.

Bir görüşe göre; öncül suçtan ve bu suçtan elde edildiği veya bu suç dolayısıyla kazanıldığı ileri sürülen malvarlığı değerleri varsa ve bu değerlerin aklandığı ileri sürülmekte ise, öncül suç yönünden düzenlenmiş ve mahkemece kabul edilmiş bir iddianamenin varlığı gerekir. Ancak bu andan itibaren kara para aklama suçunu soruşturacak Cumhuriyet savcısının öncül suçla ilgili deliller üzerinden soruşturma açması kara para aklama suçu ve faillerini araştırması gündeme gelebilir. Ortada öncül suç veya suçlar yönünden hazırlanmış ve kabul edilmiş iddianame olmadıkça, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçundan dava açılamaz. Bu düşünceye göre; öncül suç yönünden düzenlenen iddianame, kara para aklama suçu ile ilgili olarak CMK m.160/1 kapsamında soruşturma başlatılabilmesi için yeterli görülmeli, CMK m.170 ve m.174’e uygun iddianame düzenlenmesinde de yeterli şüphe sebeplerinden birisi sayılmalı, ancak öncül suçun iddianamesi tek başına kara para aklama suçundan kamu davası açılması amacıyla iddianame düzenlenmesi için yeterli görülmemeli, bu suçun soruşturması, şüphelisi veya şüphelileri, suçun unsurları ve delilleri yönünden ayrıca soruşturulmalıdır. Cumhuriyet savıcısı yapacağı soruşturmada topladığı delillerle; kara para aklama suçunda yeterli şüpheye ulaşmışsa, kamu davası açmak için iddianamesini düzenler.

İkinci görüşe göre; TCK m.282/1 kapsamında soruşturma açılabilmesi için öncül suç yönünden bir iddianame düzenlenip kabul edilmesi yeterli olmayıp, en azından öncül suçun işlendiğini gösteren ilk derece mahkemesinin mahkumiyet kararının varlığı aranmalı ve bundan sonra kara para aklama suçundan dolayı soruşturma başlatılmalıdır. Kara para aklama suçundan soruşturma açılabilmesi için; öncül suçtan soruşturmaya başlanması yeterli olamayacağı gibi, öncül suç hakkında iddianame düzenlenmesi de yeterli olmayacaktır. İlk derece mahkemesinin öncül suçun varlığını tespit eden kararıyla birlikte kara para aklama suçundan soruşturmaya başlanması için dosyanın ilgili Cumhuriyet savcısına iletilmesi gerekir. Bu görüş; yeterli şüpheyi tespit ederek düzenlenen iddianameyi değil, mahkumiyet kararı kesinleşmese bile en azından öncül suç yönünden bir mahkeme kararının varlığını aramaktadır.

Üçüncü görüşe göre ise; öncül suçtan soruşturmaya başlanması, bu suç yönünden iddianamenin düzenlenmesi ve kabul edilmesi, hatta ilk derece mahkemesinde mahkumiyet kararı verilmesi, kara para aklama suçundan dolayı soruşturmaya başlanması, iddianame düzenlenmesi ve kamu davası açılması için yeterli görülemez. Kanun koyucu TCK m.282/1’de kara para aklama suçu yönünden öncül suçun varlığını zorunlu görmüştür. Esas itibariyle aklama suçunun doğasında öncül suç vardır. Öncül suçun varlığı mahkemenin kesinleşmiş kararı ile tespit edilmedikçe failin kara para aklama suçundan suçlanabilmesi hukuka uygun değildir.

Kanaatimizce ideal olan; iddianame düzenlenip kabul edilmesinde, kovuşturmaya geçilmesinde ve mahkumiyet kararının verilmesinde, öncül suç yönünden kesinleşmiş bir kararın varlığı aranması, bu andan itibaren kara para aklama suçunun unsurlarının ve delillerinin araştırılıp şüpheliler ve sanıklar yönünden sonuca gidilmesidir. Katı bir düşünce yapısına göre, öncül suçun varlığı kesinleşmiş ceza mahkemesi kararıyla tespit edilmeden, bu suçtan elde edildiği veya bu suç dolayısıyla kazanıldığı ileri sürülen malvarlığı değerlerini aklamaktan soruşturma ve kovuşturma yapılarak, sanık veya sanıklar hakkında mahkumiyet kararı verilmesi doğru değildir.

Bizce; kara para aklama suçundan soruşturmanın başlayabilmesi için, en azından ortada öncül suçtan usulüne uygun hazırlanmış ve mahkemece kabul edilmiş bir iddianamenin kabulü gerekir. Kara para aklama suçundan mahkumiyet kararı verilebilmesi için ise, elbette öncül suç veya suçlardan verilmiş mahkumiyet kararlarının kesinleşmesi aranır ki, ancak bu andan sonra bu suç veya suçlardan elde edilmiş veya bu suç veya suçlar dolayısıyla kazanılmış malvarlığı değerlerinin olup olmadığı ve sorumluları hakkında açılan kamu davalarının sonuçlandırılması, kara para aklama suçunun varlığı tespit edilmişse de sanıklar hakkında mahkumiyet kararlarının verilmesi gündeme gelebilir. Ancak öncül suç yoksa, bu suçun unsurlarının oluşmadığı, işlenmediği, öncül suçun kanuni tanımının olmadığı, iddianın şüpheden ibaret kaldığı, takip şartlarının oluşmaması veya zamanaşımı sebebiyle düşme kararının verildiği durumlarda kara para aklama suçunda müsadereye tabi eşya dışında mahkumiyet kararı veya aleyhe karar verilemez. Kara para aklama suçundan görülen davada durma kararı verilmişse de bu kararın gereğinin yerine getirilmesi ve durma sebebinin ortadan kalkması gerekir.

Kategoriler
Uncategorized

Sınır Dışı Edilme ve Kötü Muamele Yasağının İhlali

I. Giriş

Anayasa Mahkemesi; 13.04.2022 tarihli, kötü muameleye maruz kalma riski bulunan ülkeye sınır dışı etme kararı verilmesi nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddiasını incelediği kararlarında[1], başvurucuların ileri sürdükleri risklere ilişkin somut dayanak koyamamaları ve ihlal iddialarının savunulabilir olmaması gerekçesiyle, başvuruları “açıkça dayanaktan yoksun” bularak kabul edilemez olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Yazımıza konu olan işbu kararlarda AYM; başvurucuların ülkesinin genel durumu dışında bireysel olarak hangi özel durumunun risk oluşturduğunu somutlaştırmalarını aramış olup, “başvurucuların ülkelerine sınır dışı edilmelerine ilişkin işlemlerin geçici olarak durdurulması” tedbirinin de sonlandırılmasına karar vermiştir.

II. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi İçtihadı

İHAM, sınır dışı kararının uygulanması halinde yaşam hakkı ile kötü muamele yasağının ihlal edileceğine ilişkin başvurularla ilgili verdiği kararlarda[2] özetle;

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 2. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı ve 3. maddesinde düzenlenen işkence ve kötü muamele yasağının birlikte ihlal edildiğine ilişkin şikayetleri, kural olarak işkence ve kötü muamelenin mutlak şekilde yasaklanmasından hareketle 3. madde ile sınırlı olarak incelemektedir. Bu kural; geri gönderilen ülkede idam cezası uygulanacağı gibi, doğrudan yaşam hakkının konusunu oluşturan şikayetler bakımından ise geçerli değildir.

Mahkeme, kötü muamele riski bulunan ülkeye sınır dışı etmeme yükümlüğünün kamu düzeni veya kamu güvenliği bakımından risk oluşturanlar bakımından da geçerli olduğunun ve hatta uluslararası terörizm tehlikesinin bulunduğu hallerde bile bu yükümlülüğe bir istisna getirilemeyeceğini vurgulamaktadır.

Devletlerin; geri gönderilen ülkede kötü muamele riskinin varlığını haklı gösteren önemli gerekçelerin bulunması halinde, bu iddiaları kapsamlı ve titiz bir şekilde incelemesi gerekmektedir. Bu kapsamda; sınır dışı kararı uygulanmadan önce ilgili kişiye, bağımsız bir mercie başvuruda bulunma imkanı sunulmalı ve inceleme sonuçlanıncaya kadar sınır dışı kararının uygulanmasının kendiliğinden durdurulması gerektiğinin altını çizmektedir.

İHAM; Sözleşmenin 3. maddesinde güvence altına alınan bu hakkın ihlalinin gündeme gelebilmesi için, kötü muamele iddiasının bir olasılığın ötesinde gerçek bir risk düzeyine ulaşmasını aramaktadır. Sözkonusu riskin ciddiliği incelenirken geri gönderilecek ülke ile ilgili koşullar; taraf devletlerce re’sen araştırılmalı, bu araştırma yapılırken bağımsız insan hakları örgütlerinin ve hükümetlerin hazırladığı raporlardan yararlanılması önerilmektedir.

Son olarak İHAM’a göre, başvurucuların kişisel durumlarına ve geri gönderilecekleri ülkede karşılaşacakları risklere ilişkin iddialarını ayrıntılı şekilde açıklama ve varsa iddialarını destekleyen belgeleri sunma yükümlülüklerinin bulunduğunu belirtmektedir. Bir başka ifadeyle, başvurucuların kişisel durumlarına ilişkin iddialarını ispat külfetleri kendilerine aittir.

Sınır dışı işleminin uygulanması halinde kötü muamele yasağının ihlal edileceğine ilişkin başvurularda AYM, öncelikli olarak sınır dışı işleminin durdurulması hususunda tedbir kararı verilip verilmeyeceğine dair bir değerlendirme yapmaktadır.

30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 49. maddesinin (5) numaralı fıkrası ve İçtüzük’ün “Tedbir kararı” başlıklı 73. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre; başvurucunun yaşamına ya da maddi veya manevi bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehlike bulunduğunun anlaşılması halinde, Bölümlerce re’sen veya başvurucunun talebi üzerine gerekli tedbirlere karar verilebilir.

Bununla birlikte, hakkında sınır dışı etme kararı alınan bir yabancı genellikle prosedürel işlemlerin tamamlanması amacıyla idari gözetim altına alınmaktadır. İdari gözetimim süresi 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 57. maddesine göre en fazla bir yıl olabilmektedir.

Anayasa Mahkemesi, tedbir talepli başvuruları başvurunun Mahkemeye ulaştığı gün karara bağlamaktadır. Başvurucunun yaşamına ya da maddi veya manevi bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehlike bulunup bulunmadığının değerlendirilebilmesi için araştırmaya ihtiyaç duyulduğunda, araştırma sonucunda yeniden değerlendirilmek üzere geçici tedbir kararları da alınabilmektedir. Aynı gün karara bağlanamayan taleplerle ilgili olarak, tedbir taleplerinin makul bir süre içinde karara bağlanacağı başvuruculara bildirilmektedir[3].

AYM’nin 01.03.2017 tarihli, 2015/3941 başvuru numaralı A.A. ve A.A. Genel Kurul kararına ve istikrarlı içtihadına göre, Anayasa m.17/3 uyarınca gönderildikleri ülkede kötü muameleye maruz kalma riski bulunan yabancıların maddi ve manevi varlıklarının korunması yönünde Devletin pozitif yükümlülüğü bulunmaktadır. Anılan pozitif yükümlülük kapsamında; sınır dışı edilecek kişiye, ülkesinde karşılaşabileceği risklere karşı gerçek anlamda bir karşı çıkma imkanı tanınmalıdır.

Ancak kötü muameleye karşı koruma yükümlülüğünün ortaya çıkabilmesi için, öncelikli olarak başvurucu tarafından makul şüphe uyandıran bir iddianın ortaya koyulması aranmaktadır. Başvurucu; geri gönderileceği ülkede var olduğunu iddia ettiği kötü muamele riskinin ne olduğunu makul şekilde açıklamalı, varsa bu iddiayı destekleyen bilgi ve belgeleri sunmalı ve bu iddialar belirli bir ciddilik seviyesinde olmalıdır. AYM’ye göre, savunulabilir iddianın ortaya koyulması somut olayın özelliğine göre farklılık gösterebileceğinden her olayda ayrıca değerlendirme yapılmalıdır.

Gerçek riskin varlığına ilişkin maddi olguların bulunup bulunmadığı araştırılırken kural olarak, sınır dışı kararının verildiği tarihteki koşullar dikkate alınmalıdır. Ancak yapılacak değerlendirmenin sonucunu doğrudan etkileyecek önemli gelişmeler olması halinde Mahkeme, yeni durumu da gözönünde bulunduracaktır.

Bu çerçevede yapılan bireysel başvurularda AYM öncelikli rolünün, geri gönderilen ülkedeki kötü muamele riskinin varlığına ilişkin savunulabilir bir iddianın bulunduğu durumlarda idari ve yargısal makamlar tarafından anılan yasak kapsamındaki usul güvencelerinin sağlanıp sağlanmadığının denetlemesinden ibaret olduğunu belirtmektedir. Anayasa Mahkemesi; usuli güvencelerinin sağlanmadığını değerlendirdiğinde ikincillik ilkesi gereği kural olarak yeniden yargılama yapılması amacıyla ihlal kararı verirken, bu güvencelerin sağlandığı durumlarda ise geri gönderilen ülkede gerçek bir kötü muamele riskinin bulunup bulunmadığı ayrıca değerlendirmektedir.

III. Değerlendirmemiz

Anayasa Mahkemesi tarafından tedbir kararı verilmesinin amacı, bireysel başvurunun esası hakkında bir karar verilinceye kadar bireyin temel hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik önlem almaktır. Esas aşamasında ise tedbir talebi kabul edilen dosyalar öncelikli olmak üzere hak temelli inceleme yapılmaktadır.

6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun “Sınır dışı etme kararı alınacaklar” başlıklı 54. maddesinde sayılan yabancılar hakkında sınır dışı etme kararı alınmaktadır. Bu madde kapsamında olsalar dahi “Sınır dışı etme kararı alınamayacaklar” başlıklı 55. madde uyarınca; sınır dışı edileceği ülkede ölüm cezasına, işkenceye, insanlık dışı veya onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacağı konusunda ciddi emare bulunanlar, ciddi sağlık sorunları, yaş ve hamilelik durumu nedeniyle seyahat etmesi riskli görülenler, hayati tehlike arz eden hastalıkları için tedavisi devam etmekte iken sınır dışı edileceği ülkede tedavi imkanı bulunmayanlar, mağdur destek sürecinden yararlanmakta olan insan ticareti mağdurları ve tedavileri tamamlanıncaya kadar psikolojik, fiziksel veya cinsel ticaret mağdurları hakkında sınır dışı etme kararı alınamaz.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinde, idari işlem ve eylemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından idari yargıda tam yargı davası açılabileceği belirtilmiştir. Buna göre, idarenin işlem ve eylemlerinden kaynaklanan her türlü zararın idari yargıda açılacak bir tam yargı davasına konu edilmesi mümkündür. Anılan maddede; idari işlem veya eylem türleri yönünden herhangi bir ayrım yapılmadığından, idari fonksiyona giren her türlü işlem veya eylem sebebiyle oluşan zararın tazmininin idari yargıda açılacak bir tam yargı davası ile istenebileceği ifade edilmiştir. Dolayısıyla; herhangi bir idari eyleme ilişkin zararın idari yargıda dava konusu edilebilmesi için, 2577 sayılı Kanunun 2. maddesinin yeterli bir yasal zemin oluşturduğu görülmektedir.

Anayasa Mahkemesi 06.10.2021 tarihli ve 2018/11825 başvuru numaralı A.S.I.A ve Diğerleri kararında; başvurucunun geri gönderileceği ülkede var olduğunu iddia ettiği riske ilişkin somut ve kişisel açıklamalar yaptığını, bu iddiaların belli bir ciddiyette olduğunun anlaşıldığını belirterek idare mahkemesinin iddia edilen riske ilişkin araştırma ve değerlendirme yapmadan verdiği kararı, Anayasanın 17. maddesinde güvene altına alınan kötü muamele yasağının ihlali şeklinde değerlendirmiştir.

Yazımıza konu kararlarda ise; başvurucular idare mahkemesine başvurmuş olup, iç hukuk yollarını tüketmişlerdir. Gerek idare mahkemeleri tarafından değerlendirilen iptal davalarında ve gerekse AYM önüne gelen başvurularda, başvurucular sınır dışı edilmeleri halinde maruz kalacağını ileri sürdüğü riske karşı sadece ülkesinin genel durumunu ileri sürmüş ve kendisinin hangi özel durumunun risk oluşturduğuna dair bir somutlaştırma yapmamıştır.

Yabancılar hukuku ile ilgili davalarda İHAM uluslararası hukukun yerleşmiş içtihadına göre, devletlerin sözleşmelerden doğan taahhütlere aykırı olmamak şartıyla yabancıların kendi topraklarına girmelerini, orada kalmalarını ve oradan uzaklaşmalarını kontrol etme hakları olduğunu kabul etmektedir. Sözleşme başlı başına, bir şahsın vatandaşı olmadığı bir ülkenin topraklarına girme hakkını güvence altına almamaktadır ve devletlerin kamu düzeninin korunması görevini yerine getirirlerken suç işleyen bir yabancıyı sınır dışı etme hakkına sahip olduğunu belirtmektedir[4].

Tüm bu hususlar ve güncel olaylar birlikte değerlendirildiğinde; başvurucuların genel gerekçe göstererek ülkesinde sorun yaşaması kişinin sınır dışı edilmesine yeterli gerekçe oluşturmamakta, başvurucuların bireysel olarak da ülkesine geri gönderildiğinde kendi kişisel durumunu somutlaştırılması aranmaktadır. Her ne kadar yazı konumuzu oluşturan ilgili kararlar Suriye vatandaşlarına yönelik olmasa da, bu kararda belirlenmiş ve ifade edilmiş ilkeler yabancı olmaları nedeniyle ülkemizde bulunan Suriye vatandaşları alanında da uygulama alanı bulabilecek ve geçerli olabilecektir.

Bu sebeple; her ne kadar Suriye Arap Cumhuriyeti’nde iç savaşın tam anlamıyla bitmemiş olduğuna ve devam ettiğine ilişkin görüşler bulunsa da, bu durum Suriye vatandaşlarının 6458 sayılı Kanun uyarınca sınır dışı edilmeye ilişkin ilgili şartlar oluştuğunda, sınır dışı edilmemeleri açısından gerekli gerekçe oluşturmayacak, her Suriye vatandaşının kendi kişisel durumu ve riskleri ile ilgili somut gerekçesinin ve varsa belgelerinin değerlendirilmesi gerekecektir.

Sonuç olarak; Suriye Arap Cumhuriyeti’nde bir iç savaşın devam ettiği iddiası, ülkemizde bulunan bir Suriye vatandaşının kötü muamele yasağından dolayı sınır dışı edilememesinin yeterli, doğrudan ve tek gerekçesini oluşturamayacaktır.